
Vicdan doğuştan mıdır yoksa sonradan mı kazanılır?
Vicdanın doğuştan mı geldiği yoksa sonradan mı kazanıldığı yüzyıllardan bu yana felsefeciler ve din adamları arasında tartışılsa da aslında her iki görüşün de temelde doğru olduğunu söyleyebiliriz. Bu temel vicdanın tanımında yatar. Eğer vicdanı terim olarak insanın içinde bulunan ahlaki otorite ve değerlere göre hüküm verme yeteneği, yaptıklarını veya yapmayı düşündüklerini ölçüp biçtiği bir kişilik özelliği olarak tanımlarsak, vicdanın zamanla kazanılan bir özellik olduğunu söyleyebiliriz. Piaget’in ahkak kuramında özerk ahlak dediği ya da Freud’un süperegosunun mahiyetlerinden biri olan ahlak öğrenme sonucu gelişir. Önce ailede, sonra okul ve diğer çevrelerde çocuk iyiyi kötüden doğruyu yanlıştan ayırmayı öğrenir. Çocuk doğru olanı yaptığında onaylanır yanlış olanı yaptığında dışlanır, utandırılır ya da cezalandırılır. Ahlaki değerlere uyum sağlayabilir, kurallara uyabilir ya da kuralları esnetebilir. Sıranı bekle, arkadaşlarına yardımcı ol, büyüklerine saygı duy, çimlere basma, kırmızı ışıkta dur, senin olmayan eşyaları alma, teşekkür et, merhaba de, çiçekleri koparma, ödevlerini bitir, çalışkan ol, sabırlı ol, yalan söyleme, dürüst ol vb. talimatları içselleştiren çocuğun içinde bir ahlaki otorite oluşur ve çocuk büyüdüğünde içinde yerleşen otoritenin sesine kulak vererek yaşarsa onun vicdan sahibi bir insan olduğunu söyleyebiliriz. Çocuk büyümüş, vicdan sahibi iyi bir yetişkin olmuştur. Ama oniki yaşından büyük bir çocuk şunları da gözlemeye başlar. Yalan söyleyen bir arkadaşı yüzünden okulda haksızlığa uğrar, biri onun ödevini çalar, kopya çeken öğrenci daha yüksek not alır, torpili olan biri yüzünden geri kalır, saygılı davrandığı için ciddiye alınmaz. İyiler her zaman kazanır düsturuyla yetişmiştir ama kötülerin kazandığına şahit olur. İşte o zaman çok genç yaşlarda bile kişinin vicdanı körelmeye başlar. Sadece körelmekle de kalmaz, “öğrenilmiş vicdan” dediğimiz bu yapı zamanla ölür ve geriye sadece bir poz olarak vicdan kalır. Kişi artık sadece gerektiği zaman ve yerlerde vicdanlı gibi davranır yani vicdan pozu takınır. İçinde gerçek bir acı hissettiği için değil öyle olması gerektiği için üzgün görünür. Yalan söylerken, aldatırken, kuralları çiğnerken bir başka insana acı verdiği için suçluluk duygusu hissetmez. Sadece yakalanmaktan korkar. Bu durumun en uç noktasında narsist kimseleri ve psikopatları görebiliriz. Ben haklı ve doğruyum geriye kalan herkeste bir problem var inancı yapılan kötülükleri kendi içlerinde meşru kılar.
Peki o zaman dünyadaki haksızlıklarla, ikiyüzlülükle, yalanlarla, ihanetle karşılaşan herkes vicdansız mı oluyor? Kötülük kötülüğü mü doğuruyor? Her tür haksızlığa maruz kalmasına rağmen bazı insanlar içlerindeki iyiliği nasıl koruyabiliyor? Kimler vicdanlarını ne yaşarlarsa yaşasınlar asla kaybetmiyor? Bence en önemli soru bu.
Vicdanın doğuştan mı geldiği ya da sonradan mı kazanıldığı sorusunun cevabının vicdanın tanımında yattığını söylemiştik ve birinci tanımı yapmıştık. Sonradan gelişen vicdanın zamanla körelebileceğini ve hatta ölebileceğini ve gerekli yerlerde sadece poz olarak kişinin hayatında varlığını sürdürebileceğini yukarıdaki satırlarda belirttik. Şimdi gelin hakiki anlamda vicdanı tanımlayalım: “Vicdan, insanın içinde doğuştan varolan, iyilik yapmaktan sevinç, kötülük yapmaktan ıstırap duyan bir melekedir.” İnsanın kalbiyle ilişkilidir. Sevgiyle dolu, temiz ve bozulmamış bir kalbe işaret eder. Eğer insan, özündeki yaratılıştan var olan vicdanıyla buluştuysa vicdanı ne körelir ne de ölür. Aksine yıllar içinde daha vicdanlı bir insan olur. Öğrenilen vicdan zamanla körelir ama kişi özünde var olan vicdanla bir kez buluştu mu zamanla kalbinin derinliklerine kök salan bir vicdana sahip olur. Çocuklar sevme ve sevilme kapasitesiyle dünyaya gelir. Vicdan, merhamet, empati bu dünya üzerinde insana özgü hasletlerdir. Ama hayatın ilk yıllarında gerçek anlamda sevgi görmemiş çocukların sevme kapasiteleri azalır, vicdanları sakatlanır. Kalbi kırılan çocuk kalbini kapatmayı öğrenir. Acısıyla bağlantıda kalırsa hayatta kalımı tehlikeye girecektir. Ve çocuk hayatta kalmak için sevilmesi gerektiğini içgüdüsel olarak bilir. Sevilmek için yapması gereken görevleri çok çabuk öğrenir, kendisine ailesi tarafından biçilen rolü oynar. İçinden geleni değil kendisinden bekleneni yapar ve söyler. Kendisine söyleneni yaparsa ödül yapmazsa ceza alacaktır ve o da kendisine söyleneni yapar. Zamanla içinden gelen sesi duyamaz hale gelir ya da o ses iyice cılızlaşır. Kendine ihanet işte böyle başlar.
Sevgiyi kaybetmemek uğruna hayatımızın en başında verdiğimiz tavizler, yani kendimizi inkar edişimiz kalbimizle olan bağın zayıflamasına ve hatta kopmasına neden olur. O zaman da devreye akıl girer. İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırabilmek insanın aklıyla yapabileceği bir şeydir. Vicdanı akılla tanımlayıp sınırladığımız anda aslında onu öldürmeye kapı açmış oluyoruz. Vicdanın yerini görevler alıyor ve gerçek anlamda merhametten kopuyoruz.
Vicdanlı bir insan olmanın en birincil yolu, bir zamanlar maruz kaldığımız vicdansız tavırlarla yüzleşmektir. İnsan kendine yapılan zulmü fark etmediği sürece zalimleşme yolunda ilerler. Bu noktada Tolstoy’un şu sözünü hatırlayalım: “Acı duyabiliyorsan canlısın, başkalarının acısını duyabiliyorsan insansın.”
Görevlerini iyi yapan insanın sadakati kurallara ve kurumlaradır. Yaptığı iyilikleri kişiliğinin bir parçası olarak sahiplenir ve onlara bir isim verir. Örneğin “hayvanseverlik” kimliğinin hayvanları gerçekten sevmekle bir ilgisi olamayabilir. Gerçekten amacı hayvanlara yardım etmek olan hayvan severler vardır ama bunu kimlik olarak kullanan ve kendi gerçeğinden haberi olmayan insanlar da vardır. Kapısının önüne bir kap mama bir kap su çıkarır, kedi evleri alır, arabasının bagajında mama taşır. Hatta işi daha ileri götürüp bir derneğe katılır. Sosyal medyasında insanları duyarlı olmaya davet eden paylaşımlar yapar, hayvanlara eziyet edenleri lanetler. Hayvanseverlik bir kimlik olarak kişinin benliğinin bir parçası da olabilir o kişi gerçekten canı yanan bir hayvan için acı çekiyor da olabilir. Dışarıdan bakıldığında bir insanın gerçek anlamda vicdanlı olup olmadığını hemen anlayamazsınız. “Para ile imanın kimde olduğu belli olmaz” sözü de bu noktada yerini buluyor sanki. Dışarıdan bakıldığında çiçek yetiştirip, sokak kedilerini besleyen, işinde gücünde, iyi aile babası ya da annesi, sorumluluk sahibi vatandaş görünümü veren ama temelde kalpleriyle bağları çok az olan insanlar vardır. Psikolojik düzeyde vicdan o nedenle sadece yakalanana kadardır.
Özetle demeye çalıştığım insanın kendi acısıyla bağlantı kurmadan kimsenin acısını hissedemeyeceği. Bir zamanlar kendimize nasıl ihanet ettik, kalbimizin sesini ne zaman duymaz hale geldik gibi soruları kendimize sormalıyız. Vicdanın akılla doğru ve yanlışlarla hiçbir ilgisi yoktur. Hakiki vicdan toplumsal doğrularla ters düşebilir. Utanmayı göze almak gerekebilir. Pişmanlık çok azap verici olabilir. Vicdanı rahat olmayan insan acı çeker. Suçluluk, yetersizlik duygusu ve nihayetinde çaresizliğini hisseder. Böylece kalbimize doğru bir ışık doğar. Acizliğimiz kalbimize açılan bir köprüdür. Ne kadar çırpınırsak çırpınalım bir şeyler eksik kalacaktır. Mesela ne kadar iyi bir anne olursam olayım çocuğumun acı çektiğine tanık olacağım. İşimi ne kadar iyi yaparsam yapayım beğenmeyen biri olacak. Görevlerimi daha iyi yaparak vicdan yükünden kurtulmaya çalışmanın sonu yok. Üzerimde artan baskı azalmayacak. Kendime ihanet ederek kimseye gerçek anlamda sadık olamayacağım. Vicdan pozundan çıkıp gerçekten vicdanımla buluşmak için niyet etmeliyim.
İyilik yapmaktan, insanlara ve doğaya katkı sağlamaktan bu yaptığımı hiç kimse bilmese bile mutlu olabiliyorsam doğru yoldayım. Atasözünde dediği gibi “sağ elin verdiğini sol elin görmesin” düsturuyla hareket ediyorsam kalbime doğru ilerliyorum.
Sevgilerimle
Psikolog Tülay KÖK